Hannah Arendt’e göre antik Yunan’ın sakinleri birlikte nasıl yaşayabilecekleri sorusu üzerine konuşmayı hiç de basit bulmazlar. Aksine bu konuda karar almanın ne denli önemli olduğu bilincine sahiplerdir. Buna karşın modern insan kendini zorunluluk kategorilerinin işlevsel mantığına feda ederek siyaseti egemenlik ilişkilerinin içine hapsetmektedir. Bugün hem yoksulluk gibi yurttaşlık potansiyelini ortadan kaldıran koşul hem de cinsiyet, etnik ve dinsel kimlik gibi tartışılmaz nitelikler siyasal faaliyetlerin temel araçları haline getirilmektedir. Siyaset bu biçimiyle bedene bağlı zorunluluk koşullarının tartışılmasına indirgenmektedir. Böylesi bir pratik ise Arendt için bize sadece şiddetin egemen olduğu siyaset dışını göstermektedir. Bu çalışma siyasal olan tartışmalarında temel yarılmanın hangi düzlemde şekillendiği sorusuna odaklanmakta ve Arendt’in bu yarılmadaki konumunu tespit etmeye yönelmektedir. Diğer yandan Arendt’in siyasal olan kavrayışının güncel konuları yorumlamada ne denli önemli fırsatlar sunduğunu Türkiye özelindeki kimi sorunlar üzerinden göstermeye çalışmaktadır.